“Dünyanın bütün harikalarını gördüm. Seni mesela… Kırmızı elbisen ve sarı şemsiyenle…”
“Belki safın tekiyim. Ama bu gerçekliği sevmiyorum ben. Benim hayatım resimlerden, kitaplardan ibaret. Ama hayat bundan ibaret değil…”
Kazak yönetmen Adilkhan Yerzhanov’un son filmi, “Dünyanın Nazik Kayıtsızlığı”nın erkek ve kadın karakterlerine ait bu sözler. Dünya prömiyerini Cannes’da yapan film, bizde de Boğaziçi Film Festivali’nde yarıştı.
Filmin ana karakterleri, şanslarını büyük şehirde aramak zorunda kalan iki genç Kazak köylüsü. Dupduru güzelliğiyle filmin estetik düzeyine büyük katkı sunan Saltanat (Dinara Baktybayeva) ve onun için her şeyi yapmaya hazır hayranı/aşığı Kuandyk (Kuandyk Dussenbaev). Saltanat, zor koşullara rağmen eğitim görmüş, İngilizce bilen, kendini de iyi yetiştirmiş bir kız. Camus’den alıntı yapabilen, empresyonizmi bilen sempatik ırgat Kuandyk’inse bu becerileri aşk sayesinde geliştirmiş oluşu filmin en tatlı yanlarından biri.
Filmin Camus’nun “Yabancı”sından gelen muhteşem ismine, duyduğum anda vurulmuştum. Bir sahnede erkek, kadının kitaptan yaptığı alıntıyı tamamlıyor. Film boyunca doğru dürüst dokunamadığı sevgilisiyle temas kurabilmenin de bir yolu olarak onun satırlarını çizdiği kitapları okuduğunu anlıyoruz.
“Aşk aslında bu kadar basit bir şey işte, vay be,” dedirten bu incecik sahnelerden sonra iki genç şehrin acımasız bağrına fırlatılıyor. Saltanat ölen babasının borçlarını ödemek için yardım istemek zorunda kaldığı amcası tarafından korkunç bir hikâyeye sürüklenirken Kuandyk zar zor bulduğu geçici işlerle hayatta kalmaya çalışarak sadık bir gölge gibi sevdiği kadını izliyor. Sonrası epey acı…
Tümüyle Kazakistan’da geçen filmin senaryosu, arthouse ya da bağımsız film, yer yer noir ve melodram arasında durduğu noktayı iyi belirlemekte güçlük çekiyor. Vaadini güçlü bir dramatik ilerleyişten çok, hoş anlara eşlik eden zarif minimalizmi, görsel atmosferi aracılığıyla yerine getiriyor. O kalibrede asla değilse de “Aşk Zamanı”nı hatırlatan yanları da var, Aki Kaurismaki filmlerini de, Hardy’nin “Adsız Sansız bir Jude”unu da. Bu daha güçlü eserlerle kurdurduğu bağın yanı sıra günümüz hayatının bir büyük sorununa dokunmasıyla da eksiklerine rağmen damakta bir acı badem tadı bırakıyor: Hayatın hoyratlığı karşısında aşkın, insanın ve sanatın kırılganlığına.
Meselesini fazlaca doğrudan biçimde iyi/kötü, zengin/yoksul, hayat/sanat gibi ikilikler üzerine kuran filmin bahsettiğim kısım dışında “Yabancı” ile pek tematik bağı yok. Bizimse her ikisiyle de var.
Giderek sertleşen bir hayatta hem somut hem de kültürel, insani değerler bakımından şiddetli bir yıkım ve ‘usülsüz’ bir inşanın gürültüsü altında hayatlarımızı sürdürmeye ve anlamlandırmaya çalışıyoruz. Büyük kentlerde, eğitimli kesimde de gayet sert bir ekmek kavgası sürüyor. Ek olarak da filmde anlatılan masumiyette yaşanamayan, zamanın ruhuna uygun, derin bir varoluş krizi.
Bir köprünün iki ucundan siste birbirine el sallamaya çalışan gölgeler gibiyiz. Hepimizin içinde Mersault da var, Saltanat da, Kuandyk de. Öte yandan sanat ve her tür yıkımın ortasında hâlâ büyük sanatçı olmayı sürdüren hayat da, kendinde bir güzellik olarak deneyimlenebilen şeyler değil pek.
Kokusunu derin derin içimize çekemeyip boğulmamak için alelacele sarıldığımız birer odun parçası hâlini aldığında, aşk da sanat da hayattan kurtaramıyor bizi.
Narsisistik baştan çıkarmaları sıklıkla aşk, sevgi zannediyoruz. Benzerlerden kusur kalmama kaygısıyla koşa koşa tüketilen kitapları, filmleri, boy gösterilen etkinlikleri de sanat sevgisi.